Soma ve Kobane’yi birlikte düşünmek
Türkiye son aylarda felaket üstüne felaket yaşıyor. Bunlardan en ön plana çıkanları iş “kaza”ları ve geçtiğimiz hafta üç günde üç düzine can alan, polis-sivil elele yürütülen insan avı. Bu cinayetlerin mahallerinden buram buram yükselen sadece kanlı hesapların değil, sıcak paranın da kokusu. Fail, gücün ve paranın kutsal ittifakı.
Rafine ve eşitleyici bir katil olarak para
Kapitalizm maddi refah kadar uhrevi bir vaatle de kendini pazarladı, pazarlıyor. Sol ve sağ liberallere göre para evrensel bir çözücü. Girdiği her yerde modernlik öncesi hiyerarşileri yerle bir ediyor, geleneksel ayrımları anlamsızlaştırıyor. Marksizmde dahi bu inancın yer yer yeniden üretildiğini görüyoruz. Ne diyordu Marx ve Engels? “Metaların ucuz fiyatları, tüm Çin Sedlerini temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı düşmanlıklarını alt edecek ağır toplarıdır burjuvazinin.”
İşte artık tam da bu vaadin iflas ettiği bir döneme girmiş durumdayız. Modernliğin tarihindeki gerçekliği ne olursa olsun, paranın ilkel vahşeti alt edip (en kötü ihtimalle) yerine incelikli bir şiddeti ikame edeceği beklentisi artık gerçek dışı.
Soma katliamı beş sene önce yaşansaydı, birçoklarının çıkıp şu tür cümleler kurmaya yüzü olacaktı: “Evet, doğru, kapitalizm işçilere karşı görünmez bir şiddet uyguluyor olabilir. Ama bakın, aynı kapitalizm insanların önyargılarını yıkıyor. Memlekette her şeyin ölçüsü para haline geldikçe, modernlik öncesi ayrımlar sönümleniyor. 301 canla bedel ödüyor Türkiye ama, kalkınmanın da ötesinde, bütün ülke modernleşiyor. Dini ve laik katılıklardan vazgeçip ılımlı Müslümanlar haline geliyoruz hepimiz. Bu özgürleşme bölgeye de yayılıyor.” Beş sene önce “ortak aklı”, sağduyuyu oluşturan bu kalıp cümleler, artık kurulamaz. Zira sermaye birikiminin doruğa ulaştığı bu on üç yıl, aynı zamanda IŞİD’in zeminini de hazırlamış meğer. Türkiye en yoksul, sermayeden en uzak olduğu dönemde değil, paranın tuvalet taşlarının altından fışkırdığı bir dönemde IŞİD’e kucak açtı.
Üstelik Türkiye bu cürmünde yalnız değil. İddialara göre, Ortadoğu’nun finans devleri Suudi Arabistan ve Katar, “para getiren para” çarkından dolarlarını çekip, IŞİD’e akıttılar. Paranın uçsuz bucaksız görünen cennetine dalmış bu ülkeler, neden hızla bu noktaya savruldu?
Belki bu kadar paranın etrafta dolaşması “katı olan her şeyi buharlaştırdı.” Ancak buharlaşan geleneksel ve modern değerlerin yerini dünya tarihinde az görülen bir katılık doldurdu. Manevi dünya boşluk kabul etmiyor.
Ucuz mallar millet-mezhep seddini yıkamadı
Türkiye’de yaşanan süreci kabaca özetleyelim. Ülkemizde (paranın hakimiyetine rızayı sağlayan) “ılımlı İslam”ın tutmamasının arkasında (birbirinin içine geçmiş) ideolojik, ekonomik ve siyasi dinamikler var. Gidişat, (şu aralar moda olduğu üzere) ne Erdoğan’ın kişiliğine, ne de yönetenlerin on sene dikkatle sakladıkları “gerçek niyetleri”ne indirgenebilir. Nedir bu dinamikler?
Birincisi, liberal İslami tezler belki bazı dindar entellektüelleri ikna etti ama, kitlelerde heyecan uyandırmadı. Bu görüşler solun, ulusalcılığın ve radikal İslam’ın panzehiri olarak tüm anaakım güçler tarafından pompalanıyordu. “AB süreci” denilen masalın dinamosu, “ılımlı İslam”ın kök salacağı beklentisiydi. Fakat liberal İslam, tüm küresel ve yerel yatırımlara rağmen, kitlesel bir inanç haline gelemedi. O halde halkı ne bağlayacaktı AB sürecine, liberalleşmeye ve devlete? Metalaşmanın kendisi bir süre kitlesel coşku yarattı ancak, (kısmen büyümenin de yavaşlamasından) bunun da sınırlarına gelindi. Yönetenler de, manevi alanda doğan boşluğu kontrol edemeyecekleri bir ideolojiyle (selefilik sosuna bulanmış bir mezhepçilikle) tahkim etmeye giriştiler.
İkinci etmen, neo-Osmanlı projenin önce kendine gereğinden fazla güven kazanıp, sonra da çok çabuk duvara çarpması. Arap ayaklanmaları abartılı beklentilere yol açtı. 2011 dönemecinde yönetenler, zaten ihraç etmekte oldukları “Türk model”ini daha hızlı yayabileceklerini düşündüler. 2011’in hayali, ayaklanmaların Ak Parti benzeri yapıları her yerde iktidara getireceği; böylece Türkiye’nin “yumuşak gücü”nün patlama yaşayacağıydı. Muhafazakar burjuvazinin iş alanlarının katlanarak artacak olması da bu hesabın parçasıydı. Bu olmayınca beklentilerini mütevazi bir çerçeveye geri çekmek yerine, oyunu sürdürmeye çalıştılar. İmparatorluk hayallerinin zeminsiz kaldığını kabul etmek kolay değil. Fakat (bölgede müdahil olmakta ısrar ettikçe) Suudi Arabistan ve (Şiisiyle, Sünnisiyle) körfez ülkelerinin yerleştirmekte olduğu (mezhepçi) parametrelere yenik düştüler.
Sorun şu ki, Ak Parti ne içeride ne dışarıda selefi, cihadi, mezhepçi güçlerin hamisi olamaz. Olsa olsa takipçisi olur. Türkiye’nin bölgeye vaadi, liberalizm ile İslami muhafazakarlığın harmanlayabileceği idi. Ak Parti bunu kendi yapmayı bırakınca, özgüllüğünü kaybetti. Sünni cephenin sıradan bir neferi haline geldi.
Üçüncü olarak, bu bölgesel gelişmelere Türkiye’nin özel şartları eklenince, geri dönülemez bir yola girildi. “Nedir o özel şartlar” diye soracak olursanız, izninizle cevabı Türk-İslamcı basın versin: “Türkiye ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ pısırıklığından uzak çıkarları doğrultusunda ne yapması gerekiyorsa onu yapmak zorundadır. Düşmanının düşmanı şimdilik dostundur. IŞİD, Türkiye’ye yönelik Kürt Devleti kurma heveslilerine karşı savaşıyorsa Türkiye ‘hayır bu örgütler dursun da ileride canımıza okusunlar’ diyemez.” (Nusret Çiçek, “Terörle İslam’ı bir arada ifade etme yanılgısı,” Akit, 8 Ekim 2014). “Kobani, yöre açısından oldukça stratejik öneme haiz bir yer, İslam’ın küfür dediği Kürtçülüğün merkezi burasıdır. IŞİD bu ilçeyi tamamen kontrolü altına alamadığı taktirde bilesiniz ki Türkiye’nin başı daha da derde girecek.” (Nusret Çiçek, “Güneydoğu kana bulanırken,” Akit, 9 Ekim 2014).
Sonuçta, nehirlerimizi zehirleyen, tarihimizi yıkan, işçilerimizi öldüren “ucuz meta” üreticileri, başımıza IŞİD çuvalını da geçirdi. Hülasa, paranın ütopyası fos çıktı. Her köşesinden ucuz meta akan bir memleketin medeniyete iki büyük katkısı oldu: dini imanı para olan rejimin meşru çocuğu Soma Holding ve gayri meşru çocuğu IŞİD.
[Bu makalenin orijinali BirGün’de yayımlandı.]